
Engin Topuz, anlatımında dil ve üslubu akıcı ilerleten usta bir yazar. Yaşadığı dönemin ruhunu, insanlığın varoluşsal sorunlarıyla harmanlayan bir yazar. Mesela ‘Flanör’, ‘Şimdi Uzaklardasın’ ‘Potkal’ gibi eserlerinde toplumsal bunalım-yabancılaşma temalarını çağın aynasında tutan, insana dair duyguları ruhsal düzlemde irdeleyen bir yazar.
Ayrıca, Türk ve dünya edebiyatına hakim bir isim; yani edebiyat derinliği gerçekten etkileyici, ‘Edebiyatın Haziran Mezarlığı’ buna dair bir kitap; edebi kişilikleri sadece anlatmak değil ilginç bağlam-bağlantılarla nakış gibi işleyen bir kitap.
Engin Topuz’un son kitabı ise ‘Bir Haziran Sabahı’ adını taşıyor. Kitapta pandemi ile üniversite sınavı bağlamındaki kişisel ve toplumsal değişimin izlerini görüyoruz. Bir dönem romanı ve 90’lı yılların gençliğinin nostaljisini bence edebi referanslarla da veriyor. O yıllara dair kültürel ögeler, müzik, moda, sinema, cafe, parklar öne çıkarken; gençlik ilişkileri duyguları ile arkadaşlıklar ve ayrıca Manisa ve Lise ön fonda duruyor. Kitap Lando Yayınevinden çıktı.
Yazar Engin Topuz’la ‘Bir Haziran Sabahı’ üzerine konuştuk… Röportajı Osman Özbaş hazırladı; yazarla röportajımızda ortak dostumuz Orhan Haşim Elmalı da yer aldı.
Lise yılları, ondan sonra toz duman!’ Kahramanımız lisenin karşısındaki bankta otururken kendi dönemine ilişkin birçok gönderme yapılıyor…. Mesela Sezen Aksu’ nun şarkısı zihnimize çağıldıyor: ‘Hani herkes arkadaş/Hani oyunlar sürerken… Eskidendi çok eskiden.’’ O yıllar, lise döneminin duygularındaki o iklim, sizde de böyle derin izler bıraktı sanırım.
Lise yılları her kuşaktan insan için derin izler bırakan bir dönemdir. Çocukluktan çıkıldığı, gençliğe ilk adımların atıldığı, yeniyetmelik veya ilkgençlik diye tanımladığımız bir dönem… Kişisel tarihimize bir bakış atarken aynı zamanda dönemin toplumsal iklimini de hatırlamış oluyoruz. Bu bakış nostaljinin ötesinde, bireyin geçmişe bakarak bugünü anlamlandırma çabası aslında.
Tabii o şarkı roman kahramanımız Sevgi’nin lise yıllarına ait değil; şarkının ona lise yıllarını hatırlattığını görüyoruz. Ben de Sezen Aksu’nun şarkısını ilk dinlediğimde lise ve üniversite yıllarıma denk düşen yılları anımsamıştım. Murathan Mungan’ın şahane sözleri beni tuhaf bir hüznün içine itmişti. Sevinçli ve kederli birçok anı birbiri peşi sıra zihnimde koşuşturup durmuştu. Müziğin böyle bir büyüsü var. Sizi bulunduğunuz andan ve yerden alıp bambaşka bir zamana götürüyor, bazen savuruyor hatta. Bir Haziran Sabahı’nı yazmaya başladığımda da doksanlı yılların başındaki şarkıları yeniden dinledim. Zaten birçoğu günümüzde de sevilen, dinlenen şarkılar.
Manisa Lisesine bir başlık açalım mı, benim de okuduğum liseydi ve o zamanlar özel okulların olmadığı o yıllarda bence harika bir okuldu da, başarılıydı. Okul servis arabaları yoktu, çiftçi esnaf milletvekili çocuğu da aynı sınıfta okurdu ve öğretmenlerimiz, harikaydı…. Lise için siz ne söylersiniz?
Manisa Lisesi, Manisalı insanların büyük bölümü için çok önemli bir yere sahiptir. Ben Manisa Lisesi’nden 1991 yılında mezun oldum. Dediğiniz gibi o dönemlerde özel okullar yoktu. Devlet okulu olarak liseler de çok azdı. Ne süper liseler kurulmuştu, ne kredili sistem vardı. Fen Lisesi zaten yoktu, Anadolu Lisesi bir taneydi. ‘Düz lise’ diye tabir edilen okul olarak sadece Manisa Lisesi vardı. Bu yüzden Manisa Lisesi’nden söz ederken sadece ‘Lise’ derdik. Milletvekili çocuğuyla çiftçinin, işçinin çocuğu aynı okulda öğrenim görürdü. Manisa Lisesi de o yıllarda Türkiye’nin en nitelikli okullarından biriydi ve dediğiniz gibi öğretmenlerimiz de harikaydı. Bazı öğretmenlerimle hâlâ görüşüyorum, bu beni çok mutlu ediyor.
Bankta oturan ve kızının üniversite sınavını lisenin karşısındaki bankta bekleyerek geçiren Sevgi’nin zihninde, gençlik ve bugünle kıyaslamalarda dünyanın ve Türkiye’ nin o dönem sosyo-politik koşullarına da gönderme yapılıyor. Bu kıyaslamalar yalnızca bir nostalji değil, ayrıca alt metinde bir eleştiri ya da yüzleşme çabasını da görüyoruz. Sevgi’nin dönemi dikkate alınarak – Okur bu karşılaştırmaları kendi çağına, deneyimlerine veya hissettirdiklerine göre tabii ki farklı yorumlayabilir- 90’lar nasıl bir gençlikti.
Bir Haziran Sabahı, üç saatlik bir zaman diliminde geçen bir ‘dar zaman hikâyesi’. Dar zamanda ve az mekânda geçen hikâyeleri severim; o yüzden yazarken de çok keyif aldım. Sevgi’nin içsel yolculuğuyla 1991 yılına gidip geliyoruz. 1991 olması bilinçli bir seçim. 1991 yılı, uluslararası birçok uzman tarafından yeni bir çağın başlangıcı olarak görülür. Dünyanın büyük bir dönüşüme uğradığı bir zamandır o yıllar. Soğuk Savaş’ın bitişi, Sovyetler Birliği’nin dağılışı vs.. Tabii dünyanın ve ülkenin geçirdiği sosyo-politik değişimler bireyin de düşünüşünü, yaşayışını etkiler.
90’lar nasıl bir gençlikti? Romanda da bir yerde bunun üzerine kahramanımız düşünüyor. 90’lar her şeyden önce neşeli bir gençlikti. Teknolojinin esir almadığı, birbirleriyle daha çok zaman geçiren, daha çok şey paylaşan bir gençlikti. Burada amacım geçmişe özlem duymak, yavan bir “nerede o eski günler” lakırdısı yapmak değil. Sorunuzda dediğiniz gibi bir eleştiri, bir yüzleşme çabası bu. Sevgi geçmişiyle yüzleşerek aslında bugünkü varlığını anlamlandırıyor.
Sevgi bir yerde şöyle diyor:
“Otuz yıl sonra eksik olan en önemli şey ne biliyor musun Ziya abi… Neşe. Biz neşemizi
yitirdik. Sen, ben, şu parktaki herkes, hadi Şakir’le Zehra dışında herkes diyelim, sınava girenler, bekleyenler, şu şehirde iki vardiya arasında yaşam sürenler, hem tek tek birey olarak hem toplum olarak neşemizi yitirdik biz. Hepimiz somurtkan, suskun korkuluklara dönüştük. Sadece salgının
yol açtığı bir durum değil bu, on yıllardır yaşadıklarımız bizi bu hale getirdi. Biz yeni yüzyıla geçemedik Ziya Abi, bizim ruhumuz yani en azından benim ruhum geçen yüzyılda kaldı.”
90’lı yıllarla ilgili çok şey yazılıp söylenebilir. Ama bence o yıllardaki gençliğin en belirgin özelliği neşesiydi.
Bir Haziran Sabahı’nda birçok yazar ve eser adına göndermelerde bulunuyorsunuz. Yusuf Atılgan’ dan Özdemir Asaf’a, Latife Tekin’e -ki bence de ‘Sevgili Arsız Ölüm’ roman isimleri arasında zirveye oynar… Montaigne, Oğuz Atay gibi ve daha başka isimler de var. –Zaten kitabın sonuna da dizin eklemişsiniz- Bu harika bir fikir. Bu göndermeler anlatımın altyapısında okuyucuya bir dönemsel bir arka plan sunuyor bence. Şunu sormak isterim, acaba yazar açısından da eserde metnin düşünsel alt metinde bu edebi kaynaklar ve kişiler öne mi çıkıyor?
Başka kitapların ve yazarların adlarının geçtiği romanları severim. Bir romanı okurken sevdiğim bir yazarın adını görmek, okuduğum bir romandan alıntıyla karşılaşmak beni gülümsetir. Yolda bir tanıdığa rastlamak gibi. Bilmediğim bir yazara rastlamak ise sevindirir. Onu bir an önce tanımak, kitaplarını edinmek isterim. Benim kitaplarımda da benzer şeyler vardır. Bu sadece bu kitabıma özgü bir şey değil. İlk kitabım Edebiyatın Haziran Mezarlığı’ndan beri “en iyi kitap hangisidir?” sorusuna hep aynı yanıtı veririm: En iyi kitap sizi başka bir kitaba götürendir. Eğer bir kitap sizi o yazarın başka bir kitabına veya başka bir yazara götürüyorsa o kitap iyi kitaptır. Ben de kitaplarımda başka kitaplara, yazarlara yer vermeyi seviyorum. Tabii bu romanın kurgusuyla da doğrudan ilintili. Edebiyatın Haziran Mezarlığı ve Edebiyatın Kırklar Kulübü adlı kitaplarım zaten yazarlarla, edebiyat dünyasıyla ilgili inceleme yazılarımın olduğu kitaplardı. Ama roman olunca bu benim önceliğimden çıkıp karakterlerin zihin yapısına bağlı oluyor. Örneğin bir önceki romanım Flanör’deki karakter çok okuyan, entelektüel açıdan donanımlı biriydi ve o kitapta çok sayıda kitaba, yazara yer verdim, selam gönderdim. Metinlerarasılık bakımından Flanör zengin bir kitaptır. İlk romanım Şimdi Uzaklardasın’da da az da olsa benzer özellikler görülür. Bir Haziran Sabahı’nın baş karakteri Sevgi edebiyat öğretmeni olduğu için edebi göndermeleri rahatlıkla yapabildim.
Sevgi’nin iç sesinde mahayana adını verdiği bir fısıltı var. Mahayana üzerine kişiliğin metin okuması ilginç geldi bana. Bir iç ses Mahayana, hatta Sevgi’ye okulun karşısındaki bankta beklerken ‘Bugünü yaz’ diyor ona; bu yalnızca bir sesleniş mi, biraz araştırma yaptım Hint felsefesinde de bu isim yer alıyor… Bana bu isim çok ilginç geldi.
Mahayana adı bilinçli bir seçim. Mahayana Budizmin ana kollarından biri. Özgürleşmenin, acıdan kurtuluşun yolunu bireyci açıdan değil toplumsal açıdan ele alır. Yalnızca kişinin değil tüm insanların özgürleşmesi gerekir. Bu açıdan Sevgi’nin yaşadığı yüzleşmede bu kavram, bu isim önemli. Mahayana’dan daha fazla söz edersem romanın içeriğiyle ilgili daha çok bilgi vermem gerekecek. O yüzden bu kadarıyla yetineyim.
Bir Haziran Sabahı’nda bir yerde ‘Toplum olarak neşemizi yitirdik biz’ cümlesi beni çok etkiledi; Yeni Türkü’ nün ‘Biz büyüdük ve kirlendi dünya’ güftesiyle ilginç bir tesadüf -kesişmesi olmuş… Biz yeni yüzyıla geçemedik, diyorsunuz, buradaki yeni dönem, pandeminin de kitabın arka fonda olduğunu düşünürsek, -hayat mı demeli insan mı,- hayallerimizde en çok neyi kaybettik?.. En çok neyi bekliyorduk?
Az önce yaptığım alıntı da bahsettiğiniz yerdendi. Neşe çok önemli bir duygu. Diğer hislerden de farklı. Neşe, sevinç gibi değildir örneğin. Sevinç bir tepki hissidir. Bir şey olur ve seviniriz. Kısa veya uzun sürebilir, ama biter. Mutluluk da öyle. O da süreğen değildir, mutluluk dediğimiz şey anlardan ibarettir. Çoğu kez de bunun sonradan farkına varırız. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanı şu cümleyle başlar: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Romanda mutluluğun ne olduğuna dair çok anlamlı cümleler vardır. Ama “neşe” başka. Neşe farklıdır. Neşe gündeliktir. Bir tepki veya bir andan ibaret değildir. Neşeyi bir giysi gibi kuşanır, günümüzü, hayatımızı öyle yaşarız. Neşe hem bedenimizin hem ruhumuzun bir parçasıdır. Günlük yaşamımızı sürerken, karar alırken, yemek seçerken, sohbet ederken, kahve içerken bizi etkiler, yönlendirir. Neşeniz yoksa bu saydıklarım bir eziyet gelir size. Neşe hayatımızı biçimlendirir.
Hayallerimizde en çok neyi kaybettik? Neşemizi kaybedince hayal kurma becerimizi de kaybederiz. En çok neyi bekliyorduk? Herkesin beklentisi farklı. Sevgi’nin beklediğine değdi bence. Beklemek, beklerken yaşadıkları ona iyi geldi.


