
Güncel konuları takip edelim derken, hayatın en incitici, en kuvvetli, en yardımcı duygularını es geçiyoruz bazen…
Es geçmek, müzikte duraklama işaretidir, sessizliktir; ama bıraktığı boşlukta gönül tellerinin en ‘kendi’ haline bıraktığımız ritminden çalmaya devam eder;
Şiir gibi yani!..
Dünyanın belki de en güç işidir Şiir yazmak; öyle ki şair haykırıyor:
‘…Bir gün kalbimin şu kutsal dileği: şiiri /Ben eğer başardıysam,/ Örtsün üstümü gölgeler dünyasının sessizliği/ korkmam,/ Yanmam sazımın şarkısını ardımdan duymasam da, / Derim: Başka ne lazım,/Değil mi ki bir zaman tanrılarca yaşadım.’
Höldergin adlı bu Alman şair, 36 yıl boyunca Tübingen’ de, Neckar kıyısındaki yalısında, kuleli odaların penceresinden sevdiği yeşil vadileri, bağları ve nehrin mavi sularını seyrederek yaşamış. Höldergin genellikle bilinci yerinde olmadan yazmış eserlerini; galiba an’ın sonsuzluğunda, büyülü bir ses arayışı yüzünden kelimelerin nabzını dinlerken ömrünü tüketmiş.
İnsan Aşka Mecbur
Aşk!.. İnsanın içindeki gizli ateştir, hem arındırıcı, hem çoğaltıcı, hem yaratıcı hem dert çekici bir nefestir;
İşte Ömer Hayyam’dan,
‘Ben senin yokluğunu düşününce bile/ İçimde bir ateş yanar durur gizlice.’
Hadi Nizami Ganeci’den ilerleyelim:
‘Aşk ateşi ruhumu öyle sardı ki/Tenim yok artık, ben sadece bir alevim.’
Aşk bir mecburiyet halidir:
‘Ben sana mecburum bilemezsin/ Adını mıh gibi aklımda tutuyorum/ Büyüdükçe büyüyor gözlerin/ Ben sana mecburum bilemezsin/ İçimi seninle ısıtıyorum.’ (Atilla İlhan)
Çok beğendiğim bir şair, William Butler Yeats’ den:
‘Benim hayallerim ince bir kumaş gibidir; /Ayın, güneşin ve gece ışıklarının dokunduğu… /Fakat yoksulum ben, yalnızca düşlerim var; /Onları seriyorum ayaklarının altına, /Dikkatli bas, çünkü düşlerimin üstündesin.’
Aşk insanı halden hale sokar; Özdemir Asaf bu dili iyi bilenlerdendir;
‘Ben seni seviyorum, /gizlice… /el pençe duruyorum, /yüzüne bakıyorum, /söylemeden tek hece. /Seni yitiriyorum,/çok karanlık bir anda…/ Birden uyanıyorum,/Bakıyorum aydınlık;/uyuyorsun yanımda,/ güzelce…’
Bir Serenad gibi değil mi; bu güzelliği bilmeden Fuzuli’ yi, Shakespeare nasıl anlar insan?
Shakespeare demişken:
‘Rüzgâr dallardan geçerken /Adını taşır uzaklara; /Geceye serenadım olsun bu sözler, /Sen uyurken yıldızlara değsin.’
Şimdi Ahmet Muhip Dranas’tan okuyalım, aşk ve doğayı harika harmanlayan bir şair:
‘Bir kuş sesi gelir dudaklarından/ Gözlerin gönlümde açan nergisler,/ Düşen bir öpüştür dudaklarından/ Mor akasyalarda ürperen seher. /
Ama bir dakika, Nergisler deyince, William Woodsworth anmadan geçilmez;
‘Dolaştım yalnız bir bulut gibi havada süzülen/ Vadilerin ve tepelerin üzerinden, /Gördüğüm zaman toplanmış aniden,/Bir kalabalık, altın nergis çiçeklerinden;/ Gölün yanında, ağaçların altında,/ Çırpınarak meltemde danseden.’
Şair bir ağaca sırtını verip bu şiiri söylüyor ama aslında bu bir rahatlık hali değildir, aksine kelimeleri rastlantıya bırakmama çabasıdır. Başka bir deyişle şiirde, temelde, kişilik duyarlılıklarıyla insanlık benliğini kıyaslayarak, kelimelerin çağrışım keşfiyle ruhun inceliklerine anlam vermektir.
Şiir Gücünü Nereden Alır?
Evet şimdi şunu sorabiliriz, ‘Şiir gücünü nereden alır?’ Bu konu felsefi düzeyde çok tartışılmıştır, mesela ‘şiir bir fikir meselesi midir,’ derken bizim kültür tarihimizde, Namık Kemal, Ziya Paşa, Hâmid, bu konunun üzerinde durmuştur…
Bir ‘duygu meselesi olarak, mesela Yahya Kemal; ya da resim sanatı ile ilgi kuran Servet’i Fünuncular vardır; bir ideoloji olarak, Mehmet Âkif, Ziya Gökalp, Fikret, Mehmet Emin önemli şeyler söylemişlerdir.
Ancak şu kesin ki şiir, insanlık umutlarıyla, gündelik alışkanlıklarımız arasındaki, körpe ama bir o kadar derin ıstıraplarımıza açılan kadim bir vicdan köprüsüdür.
Şiir haksızlıklara karşı, zulümlere karşı bu yüzleşmeyi vicdanlarda dile getiren şairlerin nefesleriyle yücelir…
İşte Ahmet Arif’ten geliyor:
‘Öyle yıkma kendini/ Öyle mahzun, öyle garip./ Nerede olursan ol,/ İçerde, dışarda, derste, sırada,/ Yürü üstüne üstüne,/ Tükür yüzüne celladın,/ Fırsatçının, fesatçının, hayının/ Dayan kitap ile/ Dayan iş ile./ Tırnak ile, diş ile/ Umut ile, sevda ile, düş ile/Dayan rüsva etme beni.’
Şiirin felsefesinde insan olma erdemine ilişkin direnişi ve ümidi vardır…
Şiir bir yandan insanların duygu taşkınlıklarına üstün bir farklılık oluşturmak için hep, anlam kaynağına inebilmek ister,
Öte yandan insanî duygularla tarif edilmek istenen, ama onu aşan bir ‘ifade kusursuzluğunu’ açığa çıkarmaya çalışır.
Söz söylemenin bilgeliği
Şiiri harekete geçiren duygu, söyleniş yankısı hergün ki alışkanlıklar üzerinden yapılan bir sanat da değildir. Nitekim eskiden, kadim geçmişte, Söz söylemek herkese düşmez, söz’ün ağırlığına karşı hemen isyan edilmezdi; çünkü anlatıcılarının, sözlere yüklenilen anlam üzerinden, İnsanın Yazgısına ilişkin haberler verdiğine inanılırdı. Onları gizli ilimlere sahip, medyum, büyücü, efsuncu, rüya tabircisi, sihirbaz, müneccim, filozof, falcı gibi özellikleri bir arada toplayan; mısralarını kelimelerin ‘esrarlı’ perdelerine gizleyerek halka ileten kişiler olarak görürlerdi.
Buradaki esas gizem, söz’ü rastlantıya bırakmamaktı.
Aslında bu merak, ilham-esin kaynağı ruh ve kutsallık atfedilen inanışlara ilişkin bir yakınlıktan kaynaklanır…
Ve temelde insanın hayatın ilgi ve algısına dönük bir bakıştır; Enchiridion’ ın El Kitabı’nda dediği gibi, ‘Başkalarının ne yaptığına bakma; kendi ruhunu yönetmeye bak.’
Bu ilişki insanın varoluşla kurduğu en derin bağlardan biridir; hakikati anlamlandırmak ve kendini tamamlamaya, hatta tamamlarken öz ile bütünleşme çabasına doğru bir arayıştır.
O halde yazının sonunu güzel Yunus Emremizle bitirelim:
‘Sûret nakşın gidermekle gönül mülki temiz olmaz /Akar rahmet suyı çaglar gönül kirin yuyan gelsün’
Osman Özbaş
