Yıllarını kurumlarda görev yaparak geçirdikten sonra, emekli olup da klavye başına geçsen bile kurumlar bırakmıyor seni. Durumlarıyla, sorunlarıyla diziliyorlar karşına ve sanki başka şeyler yazarsam onları görmezden gelir de yıllarıma ihanet ederim gibi rahat vermiyorlar.
Bu yüzden arada da olsa yazıyorum onları.
‘Balık baştan kokar’ yaşantımıza dokunmuş, içselleştirdiğimiz bir söz olmuş. Kurumları yazarken de elbette söz bir yerden sonra geliyor ve hep başlarındaki insanlara dayanıyor. Bazen ümitsizliğe kapılıp, ‘acaba durumları mı yoksa kurumları mı idare etmekteler bu hazretler’ dediğimizde ise pusuda bekleyenleri iştahlandırdığımız gibi bir de, ‘sen de mi abi’ tarzından ötekileştirmeye can atanların, can suyuna çomak soktuğumuz hissine kapılıyorum.
Bizde elbet, baş olmanın örnek olma gibi bir sorumluluğu vardır ve başın, başka bir şey olma; mesela el ayak parmak olma gibi bir keyfiyeti olmuyor.
Başımız yükselince yükseliyoruz. Baş kalkınca doğrulur vücudumuz ve yükselir cümle diğer organlar.
Ama bu demek değildir ki vücut sadece baştan ibarettir ve bütün sorunların tek sebebi baştır.
Fatih devrinin İstanbul’una dair bir yabancının tespitlerini, ilkokul yıllarından beri hatırlarız. Hani o, bir sabah esnafa gidip bir ürün aldıktan sonra başka bir ürün daha istediğinde komşu esnafa yönlendirilerek,“ben siftah yaptım, komşum da yapsın” diyen esnafların dayanışması karşısında yabancının, “Böyle bir halkı bulunan hükümdarın zayıf olma ihtimali yoktur” demesi.
Her şeyi devletten beklemek, her olumsuzluğu hep kendimiz dışında birilerine yüklemek maalesef bizim son zamanlardaki hastalığımız. Şunu unutmayalım ki personeli topyekün iyi olan bir amirin kötü olma ihtimali veya kötü olarak oraya tutunabilme ihtimali hiç yoktur. Bu yüzden biz iyi olduğumuz, iyi işler yaptığımız gibi bir de diğer bütün arkadaşlarımızı iyiliğe çağırmamız, iyilikte birleştirmemiz gerekiyor.
Biz iyi olalım ama ne akalım ne kokalım! Bu da ortalığı kötülere bırakma anlamına gelir ki iyiliğin olduğu kadar kötülüğün de bulaşıcı olduğunu unutmayalım.
Gelin size henüz birkaç gün içerisinde tanık olduğum kurumlarımızın birindeki bir iyilik hadisesini aktarayım.
Seri operasyonlar sonrası kırıkları olan hastasını sağlığına kavuşturarak sakat kalmasını engelleyen hekim, bir akşamüzeri mesaiden çıkmak üzereyken kapısının çalındığını ve içeriye hastasının eşinin girdiğini görür. Atmış yaşlarında bir köylüdür hastanın kocası. Tutuk, bildik birkaç kelimeyle teşekkürlerini iletir doktora. Doktorun kısa bir an da olsa kendisine dikkat kesildiğini ve görevlerini yaptıklarını söylemesi üzerine de cesaretlenir ve birkaç adım daha yaklaşarak doktorun önündeki masaya küçük bir poşet bırakır. Genç doktor, görevi gereği çokça alışıktır bu sahnelere. Muhtemelen parasal değeri olmayan küçük ama samimi, doğal hediyelerdir diye düşünür. Mesleğinin ilk yıllarında yine böyle zorlu ameliyatlar sonrası yaşlı bir kadını sakat kalmaktan kurtardığı zaman teşekküre gelen kocasının getirdiği bir gömlek hediyesini düşünür. Önce geri çevirmiş, almak istememiş ama sonrasında zaten ıkına sıkına, zorla birkaç kelime teşekkürü ancak sıralayabilmiş o koca adamın kapı önüne çöküp, başını elleri arasına alarak ağladığı sahneyi hatırlar. Eğilmiş ve anlatmaya çalışırken kendini yaşlı adam, “Biliyorum, yaptıklarınızın yanında çok küçük kalıyor bu hediye ama lütfen kırmayın, ancak bunu bulup buluşturabildim” dediği sahneye benzetir yaşadığı bu sahneyi. Odaya giren temizlikçi kurtarır doktoru bu karasızlığından. Poşeti alır eline ve bakar ki onluk, yirmilik, ellilik banknotlardan oluşan bir miktar paradır poşetin içindeki. Temizlik görevlisine: “Götür bu parayı, amcamın hediyesi. …..hemşireye ver. Onun eşi üniversitede görev yapıyor ve bu parayla birkaç fakir öğrencinin ihtiyaçlarını karşılasın.”
Teşekkür eder, sırtını sıvazlar amcanın ve parayı da görevliye teslim ederek mesaisini bitirir genç doktor.
Hemşire hanım akşam eşine, eşi de muhtaç öğrencilerin kısmi zamanlı çalıştırıldığı birimin sorumlusuna götürür emanet parayı. “Al, ister bir öğrenciye, ister iki öğrenciye ver bu parayı da yaklaşan bayram öncesi bir ihtiyaçlarını olsun karşılasınlar” der. Birkaç gün sonra o parayı alan görevli, hemşirenin eşine bilgi verir. “Parayı bizim kantinde çalışan Ayşe isimli bir öğrenciye götürdüm. Çok duygulandı küçük banknotları sayarken. Tam sekiz yüz liraydı. Sonra tam yarısını alırken diğer yarısını bana uzatıp, bu kalanı da lütfen gidip yemekhanede çalışan Melahat isimli öğrenciye verin. İnanın buna ihtiyacı çok” dediğini anlattı.
Hemşire hanımın eşi bunu anlatırken bana, cümleler boğazında düğümlenmiş, gözleri yaşlanmıştı.
Hekim, iyi ve başarılı bir hekimdi. Yaptığı iyi işleri, yine iyi bir işle tamamlamış, devletinin verdiği dışında bir parayı hak etmediğini bilerek ama karşısındakini de incitmeyerek alıp görevliye şartlı olarak havale etmişti. Hemşire kendisine doktor tarafından gelen havale üzerinde zerre kadar bir kötülükte bulunmadan eşine aktarmış, eşi de konuyla ilgili doğru hamleyi yaparak emaneti doğru insana aktarmıştır.
Kısmi zamanlı öğrencileri çalıştıran o görevlinin, önüne gelen bu iyilik emanetini doğru insana vermesinin doğruluğunu nereden öğreniyoruz?
Tabii ki Ayşe isimli öğrencinin yaptığı doğru hareketten.
Milletimizdeki bu bulaşıcı iyilik, doğruluk silsilesinin devam ettiğini görmek ümitlendiriyor insanı. Karantina günlerinde kendisine gelen yardımları kabul etmeyerek daha muhtaç komşusuna yönlendiren yaşlı amcaların yüzünde, Fatihin zamanının hasletlerini görmek, her şeye rağmen bizde bir şeylerin henüz yok olmadığını göstermesi açısından önemli.
Bu yüzden küçük de olsa bir iyiliği küçümsemeyelim. Doğrunun garip kalmasına müsaade etmeyelim. Basın, sosyal medya, felaketler korosunun eserlerini varsın bütün güçleriyle seslendirsinler ama siz de kötülüğün bulaşıcı gücüne karşı gönlünüze, aklınıza, vicdanınıza kulak verin ve iyiliğin bulaşıcı gücünden yararlanın.
Erdal ÇİL
cerdal48@gmail.com